Uğultular, Fısıltılar ve Aradaki Farklar

Bir şeye çok uzaktan bakmakla yakınına gidip baktığınızda gördükleriniz arasındaki fark… Bir insanı uzaktan görüp tanımakla içli dışlı olduktan sonra her konuya vereceği tepkileri adın gibi bilmek arasındaki fark… Uzaktan bir kediyi sevmek ile evine alıp besleyip içindeki sevgiyi büyütmek arasındaki fark… Gündüz evin içinde varlığını bildiğin bir saatin tiktaklarını duymazken, gece yarısı ev sessizleştiğinde kulağına gelen tek sesin gündüz duymadığın o saatin tiktakları olması arasındaki fark.

Gözüm salondaki kitaplığa takılırken tüm bu farklar geçti aklımdan. Kitaplara göz gezdirirken kendimi bir walkman dinleyip radyo frekansları arasında geçiş yapar gibi hissettim. Envai çeşit renkte, isimde, baskıda, kalınlıkta kitaplar. Neye göre aralarına fark koyup seçeceğim? Kitaplar yan konmuş bir biçimde kitaplıkta ve ben sadece yan kısmında kalan isimlerini ve kitabın renklerini görüyorum. İçerikleri hakkında bir bilgim yok. Yani dış görünüşe ve yazarın ismine göre karar veriyorum okumaya. Eğer bilindik bir yazar değilse belki bazen pek şans vermiyorum… Peki bilinmiyor olmak o yazarın suçu mu? Belki evet belki hayır. Veya biraz evet biraz hayır.

Radyo frekansları gibi dedim ya … Aynen öyle benim için kitaplığa bakmak. Bir kitaba gözüm gittiğinde sanki içindeki karakterler fısıldaşmaya başlıyor birbiriyle.

-”Sence bizi mi seçecek? ” ile başlayan cümleler, içlerinden kendi hayatları ile ilgili tüyo verip ilgi çekmeye çalışanlar, ama bizim yazarımız falanca kişi… Daha bir şey anlatmaya gerek yok, ismi yeter zaten diyenler, kapak resmi ile albeni yaratmaya çalışanlar. Gözüm bir yan kitaba kaydığında radyo frekansının bir başka şarkıya geçmesi gibi kitaptaki fısıltılar bir anda yerini bambaşka seslere bırakıyor. Bu belki bir savaş romanı. Sesleri daha gür çıkıyor, veya bir deneme kitabı, içindeki sesler her telden çalıyor, veya bir aşk romanı… Hüzünlü mü sevinçli mi bitecek seslerden anlamlandırmaya çalışıyorum.

Kitaplığa yaklaştıkça sadece benim duyduğum bir uğultu yükseliyor, uzaklaştıkça uğultu fısıltıya, fısıltı ise yerini ölü bir sessizliğe bırakıyor.

Ve ben her yeni bir kitap bitiminde içimde iki hissi çarpıştırıyorum. Biri biten kitabın içli dışlı olduğum, bazen gün içinde onları düşünüp kendimi o karakterlerin yerine koyduğum, aa işte bu benim dediğim, yeri gelince kendime çok yakın hissedip yine kendimi tebessüm ederken bulduğum veya gözyaşlarıma hakim olamadığım, sen nasıl bir insansın deyip kendimi o karakterdeki karaktersize söverken bulduğum, üzerine bir kağıt dolusu kelimeleri dizip içimi döktüğüm, zaman mekan tanımayan hikayenin sonuna gelmiş olmanın verdiği burukluğu ta içimde hissettiğim bir his. Bir diğeri ise o kitaplığın başına tekrar gelip, tüm o uğultular eşliğinde hangisinin galip geleceğini, hangisinin aklımı çeleceğini bilmeden tekrar tekrar göz gezdirip bir tanesini seçip kendimi o hikayenin içine salıvermek. Bu ikinci his benim için hiç de kolay olmayan bir durum. Zira macerayı seven bir yapım olsada, kendimi bir hikayeye öyle kolay kolay bırakıp teslim edemem. Teslim ettiğimde ise  beni cezbeden ismine veya kapağına ve dahi beni kandıran uğultulara kulak asmadan eğer konusu sarmadıysa yarıda bırakıp yeni bir kitabın macerasına atarım kendimi.

Ve şimdi en başa dönelim. Bir kitaplıktaki kitaba uzaktan bakmak ile içine girip, yeri gelince karakterlerden biri gibi davranıp kendini kaptırmak veya çok cazip bir ismi ve kapak resmi olan, ününü çokça duyduğunuz bir kitabı alıp okumaya başlayıp sarmadığında elinizden bırakıvermek arasındaki fark…

Hayat yoksa tüm bu farklardan mı ibaret?

MAVİ

MAVİ

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *