Camdan oturmuş dışarıyı izliyordu kapının kilidinin açılışını duyduğunda. Aynı anda evlerinin yeni misafiri, onların deyimi ile minik kaptanın ağlama sesi duyulmuştu. Babası artık oğlu ya uyuyorsa diye zile basmayı bırakmış, eve anahtarıyla girer olmuştu. Eşi, ağlayan gözlerle kendisine bakan bu tatlı ufaklığı kucağına alıp derince içine çekti kokusunu. Hem eşinin hem de kendisinin aklında tek bir konu vardı bugün. Bekarken dört kez başvurup red aldığı Amerika vizesine bugün ilk defa aile olarak başvurmuşlardı. Kendisinin ise beşinci başvurusuydu bu. Senelerdir göremediği babasına ve annesine kavuşma umudu her seferinde bir sonraki başvuruya kalıyordu.
Tüm bu bekleyiş ve olumsuz cevaplar kalbine ağır bir yük bindiriyordu. Yine dalıp gitmişti evlerinin önündeki bahçe manzarasına. Kışı bazen çekilmez olurdu Kanada’nın ama yaşadıkları bunca zorluk ve ayrılıktan daha çetin değildi. Evlerinin üst katındaki boydan boya cam olan oda iki kişilik evlerinin oturma odası olmuştu önce. Misafirler bu odada ağırlanır, kahveler bu odada içilirdi. Pandemi zamanı da olsa geleni gideni çok olmuştu. Annesiz-babasız tek başlarına evlenmiş, ne kına gecesi ne de düğün yapabilmişlerdi. Pandemi durulunca önce oralarda meşhur olan baby-shower partisi yapmışlardı onlara sürpriz, sonra kına gecesi. Hamileyken kına gecesi yapılan belki de dünyadaki tek gelindi. Ne var ki, annesi ile babası tüm bunları kameradan izleyebilmişti gözyaşları içinde. Ailesi Kanada’ya gelemiyor, ona da Amerika vizesi çıkmıyordu. Tüm hayat hikayesi film şeridi olup zihnine akarken, eskiden oturma odası olan bu oda evlerine neşe olan babasının minik kaptanının olmuştu artık ve en çok girip çıktıkları oda olmaya da devam ediyordu. Burayı bu kadar çok benimseyip dalıp gitmesi bundandı.
Vizeden alınan red cevabının arasından geçen süre zarfında ailesi tekrar tekrar üzülmesin diye onları yeni başvurularından haberdar etmeyi bırakmıştı. Her defasında ümitlenip tekrar bir yıkım yaşamak herkese ağır geliyordu. Evleneli tam iki buçuk sene olmuş, minik kaptan sekizinci ayına girmişti ki nihayet bir sonraki başvurularından güzel haberi almışlardı. Böylesine içinde çiçekler açtıran bir haber almayalı hayli zaman olmuştu. Sahi, insan ne yapardı bu kadar sevinince? Nasıl tepki verirdi? Sarıldı sımsıkı hayat arkadaşına. Bu şehirde birbirlerine hem eş hem en iyi arkadaş olmuşlardı. Hayata belki yenik başlamışlardı ama bu güzel haber ilaç gibi gelmişti ve belki de bir miktar unutturmuştu geçmişte yaşananları. Hemen minik kaptanlarına Kanada pasaportu için başvurdular. Artık vizeler tamam, pasaportlar hazırdı. Hala her şey rüya gibi geliyordu. Öyle böyle değil; yılların özleminin dineceği andı bu. Her gece kurulan hayaller, bir sarılma arzusu, baba omzuna başı koyabilme hasreti, gözlerine bakıp “iyiyim anne, seni özledim baba” diyebilmenin heyecanı. Valizler hazırlanıyordu gözyaşları eşliğinde, ama olsun bu seferkiler sevinçten, mutluluktan, heyecandan akıyordu. Anne ve babasına haber vermemişlerdi. Sürpriz yapmaya gidiyorlardı.
Oğulcanları biraz huysuzluk yapsa da kemer ikaz anonsuna açmıştı üçü de gözlerini. Hem heyecan hem minik kaptanın ilk uçuşu olması çok da uyutmamıştı onları yol boyu ama gelmişlerdi işte. Kalbi yuvasında annesini bekleyen yeni doğmuş serçe gibi atıyordu. Dile kolay, ömre bedel bir kavuşmaydı bu.
Uçaktan nasıl indiler, valizleri nasıl aldılar, pasaport kontrolünden nasıl geçtiler… Hepsi bir rüya gibiydi ve onun tek beklediği an anne babasının evlerinin ziline bastıkları andı.
Evet, haberleri yoktu kızlarının gelişinden. Bir anda mahalle bayram yerine dönmüş, ağlama sesleri mutluluk gözyaşlarına sahne olmuştu. Babası belirdi ilk kapıda. Sarıldı; bu sarılma öyle bildiğiniz bir sarılma değildi. Senelerin yükünü sırtından indirmiş, hıçkırıklarla babasının omzuna yaslamıştı kafasını. Baba dağdı, özlemin iki eşit parçaya bölündüğü tarafın biriydi. Sonra annesi belirdi kapıda…
Dilinden sürekli olarak dökülen tek bir cümle ayrı geçen tüm yılların özeti gibiydi:
“Siz gerçek misiniz ya? Siz gerçek misiniz?”.