Barbenheimer

Sinema severler olarak Temmuz ayında heyecanla iki film bekledik. Her ikisinin de çok önceden reklamları yapılmaya başlandı. Reklam derken öyle basit reklamlar da değildi hani. $100 milyon civarı yapılan reklam kampanyalarından bahsediyorum. İki film. de aynı haftasonu gösterime girdi. Görüntü kaliteleri, oyunculuklar, her iki filmin konusu gibi detayları düşünecek olursak yaz günü bir film gösterimi furyası esti tüm dünyada. Hasılat rekorları kırıldı, filmleri izlemek isteyenler günlerce bilet bulamadı. Dahası filmin bir tanesinin konsepti gereği kendi istekleriyle sinema salonunu pespembe yapan genç-yaşlı, kadın-erkek bir çok sinema sever bir ay boyunca salonları pembe renge boyadı.

Evet hangi filmlerden bahsettiğimi sadece sinema severler değil, bunca reklam ve fısıltı gazeteleriyle sağır sultan bile duymuştur. Temmuz ve Ağustos aylarının kazananları, 2023 yılında gösterime giren filmler arasında ilk vizyon gününde $70.5 milyon ile hasılat rekoru kıran Barbie ve $33 miyon hasılat ile 3. sırada yerini alan Oppenheimer filmlerinden bahsediyorum. 

İlk olarak Barbie filmi ile başlamak istiyorum. 1959 yılında piyasaya çıkan ve 90’lı yıllardan itibaren dünyanın en çok satan oyuncağı haline geldi Barbie. O yıllardan şimdilere neredeyse her kız çocuğunun mutlaka bir tane Barbie bebeği olmuştur. Olmadıysa da sanırım o oyuncağı alma hayali kurmuştur. Filmde zaten tam olarak bu Barbie egemenliği ile başlıyor. Çocukların favori bebeği piyasayı kasıp kavurunca diğer oyuncaklar rafa kalkıyor. Hepsinin yerini bambaşka renk ve modelde Barbie’ler ve onun aksesuarları alıyor. Aksesuarlar gitgide artarak ev, araba, uçak gibi Barbie setlerine dönüşüyor. Sonra kızların yanlarına bir de erkek Barbie’ler yapılıyor. Her ne kadar ana karakterin ismi Ken olsa da O artık Barbie’nin Ken’i olarak anılıyor. Dış dünyadaki erkek egemen dünya toplumunun tam tersine oyuncak dünyasında bir kadın hakimiyeti ve onun gölgesinde kalan erkekler belirgin olmadan ama gayri ihtiyarı bilinç altına giriyordu. Okumamış veya kendini geliştirememiş kadınlar değil de meslek sahibi ve bakımlı Barbie’ler  göz önüne konuluyordu. Ta ki filmde Ken’in bu Barbieland yani Barbie dünyasından gerçek dünyaya adımını atana kadar. Sonrasında işler nasıl tersine dönüyor ve finalde nasıl bir denge tutturuluyor gerçekten film senaristini tebrik etmek gerek. Çok da merakla gitmediğim bu filmden çıktığımda bir vay be demişliğim var. Toplum baskısına direnip pembe giyinip gitmedim lakin salon pembe giyen 70-80 yaşlarındaki teyzelerle, onların çocukları ve hatta torunlarıyla doluydu. Erkekler izlemiyor sanmayın. Salonda azımsanmayacak sayıda erkek izleyici de vardı. Velhasıl bunca hasılatı hak etti mi etmedi mi, çok daha kaliteli filmler Barbie kadar hakettiği değeri buldu mu bulmadı mı tartışmaya açık bir konu fakat bir bebek markasından bu kadar iyi bir toplumsal mesaj vermek bence hasılatı hakettiğinin bir göstergesi. 

Gelelim aynı haftasonu vizyona giren ve dünyada sadece üç ülkede Barbie’nin birincilik rekorunu elinden alan Oppenheimer filmine. İkinci Dünya Savaşı sırasında atom bombasının geliştirilip denenme aşamalarını işleyen buna bağlı olarak atom bombasının mucidi Amerikalı fizikçi Julius Robert Oppenheimer’ın hayatını anlatan ve tam üç saat süren uzun süredir izlediğim en iyi filmlerden biri oldu Oppenheimer. İlerleyen zamanda ölümcül icadının Hiroşima ve Nagazaki’de bir çok insanın hayatına mal olacağını yapım aşamasında kestiremeyen fizikçi icad aşamasından sonra kendi projesinden uzaklaşır. O yıllarda ABD Atom Enerjisi Ajansı’nın danışmanı olan Oppenheimer bir anda ABD tarafından hedef haline getirilir. Neden mi? Çünkü kendisi nükleer silahlanmaya ve nükleer enerjinin uluslararası kontrole girmesine karşı çıkmıştır. Film akışı sizi yargılanma sürecine götürecek, o süreci dinlerken aynı zamanda anlatılanlar ışığında kendinizi o süreci izlerken bulacaksınız. Ünlü fizikçinin anbean atom bombasını geliştirmesine, özel hayatına, eğitim ve öğretim hayatına tanıklık edeceksiniz. Ve tabiki yargılanmasına sebep olan siyasetin kirli oyunlarına o yıllarda da nasıl başvurulduğunu göreceksiniz. Üç saat film mi olur diyenler için zaman kavramını filmde unutacağınızı söyleyebilirim. Görsel kalite özellikle IMAX salonunda izliyorsanız iki kat daha artıyor. Oppenheimer ve fizikçi arkadaşları toplanıp yeni icadlarını tartıştığı her sahnede veya yargılanma sürecinde kendinizi sanki onların hemen arkasında tartışmaları izlerken hatta diyaloglara katılma girişiminde bulunmaya çalışırken bulacaksınız. Bu harika hisleri belki de en son 2001 yılında izlediğim başrolünde başarılı oyuncu Russell Crowe’un oynadığı Akıl Oyunları filminde hissetmiştim. 

Bir sinemasever olarak yaz aylarında bize doyasıya ve keyifle iki film izlettiren yapımcılara teşekkür ederim. İki filmi de çok başarılı bulanların tek kelimede birleştirdiği Barbenheimer ismini de ayrıca çok sevdim. Yine de bir taraf tutmam gerekirse bende Oppenheimer daha ağır bastı diyebilirim. 

Hala izlemeyen varsa şiddetle izlemenizi de tavsiye ederim. 

MAVİ

MAVİ

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *